Ne zaman Dolmabahçe’den geçsem, gözümde eski anılar canlanır.

Hani, “hey gidi günler hey..!” derler ya.!

Gerçekten de, “ne gidi günlerdi” o günler.

Üç büyüklerin maçları varsa o gün, sabahın erken saatlerinden itibaren stadın önü kalabalıklaşmaya başlardı.

Hele bir de şampiyonluk maçı filânsa; yatak, yorgan, battaniyeyle stadın önünde sabahlanırdı.

Birbirlerini hiç tanımayan taraftarlar  hemen samimi olurlar...  Maç sohbetlerine başlanır, maç kadroları yapılır...  “Bugün en az üç atarız, dört atarız”  tahminleriyle stadın kapıları açılıncaya kadar maç öncesinin  heyecanı yaşanırdı. 

Seyyar köfteciler, sandviççiler, simitciler, lâhmacuncular... Ayran, gazoz, su satanlar...  Beton tribünlere oturanlar için, pantolonları kirlenmesin diye eski gazete satanlar bile vardı.

En çok da neye şaşırırdım biliyor musunuz..? 

Stadın deniz tarafındaki kapısının önündeki o kocaman ağacın dallarına bir sürü bedavacı taraftar tırmanır, saatlerce hiç hareket etmeden maç saatini bekler, maç başladıktan sonra da, heyecandan neredeyse daldan dala atlayacak hâle gelirlerdi...

              

Bir de “Beleştepe” vardı. 

Paraya kıyamayanlarla, bilet bulamayıp da içeri giremeyenler,  yeni açık tribün ile numaralı tribünün birleştiği noktanın arkasındaki Beleştepe’de alırlardı soluğu. Oradan da sadece Gazhâne tarafındaki kalenin sadece ön tarafını görebilirdiniz. 

Şimdi “Gazhâne de neymiş” diyecek bilmeyenler. 
Stadın arkasında,  çevreye gaz dağıtan şebekenin depoları vardı da, ondan “Gazhâne” denirdi oraya.

Ne gazı derseniz hemen söyleyim;

“Havagazı...”  

Bizim çocukluğumuzda mutfaklarda havagazı kullanılır, yemekler havagazıyla pişerdi. Öyle de zayıf gelirdi ki gaz... Pişir pişirebilirsen.  

Son aylarda  “fısss” diye ses çıkararak geldiğini hatırlıyorum. Sonra da zâten hiç gelmez olmuştu.

Bir de deyim üretilmişti o yüzden. 

Etkisiz, doğru olmayan, zayıf olan şeyleri anlatırken;

“Yok be abi,  havagazı... aldırma”  denirdi halk arasında.

Beleştepe’de bir de, bakımsız kaldığı için, kendi kendine hayatta kalmaya çalışan, pek de gelişememiş bir meyve ağacı vardı. 

Ben ona “Garip” adını takmıştım. 
Maç olduğu günler etrafında belki ikiyüz kişi toplanır... Maç olmadığı günlerde tek başına garip garip kalakalırdı.

Bir seferinde, herhâlde on yedi yaşında falandım... Bir BJK-GS maçı vardı. Bilet kuyruğunda uzun süre bekleyip de, içeri giremeyince, ben de Beleştepe’de alıvermiştim soluğu.  

Baktım ki kalabalık... Kargaşa büyük, hiçbir şey
göremeyeceğim... Elimdeki su şisesini  Garip’in dibine boşaltıp Gümüşsuyu’na doğru yola koyulmuştum. 

Sonra, İnönü Stadı yıkılp da, yerine yenisi yapılınca, her yeni gelenin eskiyi yok ettiği gibi, Garip de yok oldu gitti.

Az daha unutuyordum... 
Belki inanmayacaksınız ama, stadın isminin Mithatpaşa olduğu yıllarda yerin altına kazılmış bir tribün daha vardı. “Duhûliye” denirdi oraya. 

Çok ucuzdu... Açık tribünün üç lira olduğu dönemde, yetmişbeş kuruş filândı duhûliye.

Duhûliye biliyorsunuz “dahil olma”, ya da “giriş” anlamındadır.

Yâni parayı verdin girdin işte, daha ne istiyorsun, ayakta mayakta seyret der gibiydi...

Tribünlerin altına yaklaşık bir metre derinliğinde kazılmış olan ve sahayı çepeçevre saran bu yerde, ayakta izlerdiniz maçı. 

Başınız neredeyse sahanın zeminiyle aynı hizaya gelir, taç çizgisine gelen futbolcuların kramponları neredeyse burnunuza değecek gibi olur, üstü kapalı olduğu için de, futbolcular hava topuna yükselince, çoğu zaman topu görmek için yere inmesini beklerdiniz. 

Ben hiç gitmedim, gidenler anlatırlardı da,oradan biliyordum.

İlginç değil mi..?

                      

Hâni seyyar köftecilerden bahsetmiştim ya..! 
Nedense stadın önünde satılan her yiyecek çok lezzetli gelirdi insanlara. 

Sâdece insanlara mı..?

İlginç bir olay anlatayım size.
Bilirsiniz Portekiz’in ünlü kulübü Benfica’nın sembolü de, aynı Beşiktaş’ınki gibi kartaldır. 

Benfica Kulübü her maçta başlama vuruşundan önce santra noktasından bir kartal uçururmuş...

Kartal uçup, tribünlerin üstünde bir tur atar... Sonra da tekrar uçurulduğu noktaya dönermiş. Bu Benfica takımının her maçtan önce tekrarladığı geleneksel bir gösteriymiş.

Hangi yıl olduğunu tam olarak bilmiyorum, Beşiktaş Kulübü de aynısını uygulamak ister.
Lizbon’daki kartal terbiyecisiyle anlaşırlar. 
Kartal ve terbiyecisi Istanbul’a gelir, denemeler yapılır... Herşey yolundadır.

Maç günü herkes heyecanlıdır. Başlama vuruşundan evvel havaya  bırakılan kartal tribünlerin üzerinde bir tur atar... Herkes tekrar başlama noktasına konacak  diye beklerken... Bizim kartal, doğru stadın dışındaki köftecinin tezgâhına yönelir. 

Mis gibi köfte kokusu çekmiştir hayvanı. 

Köftecisi, sandviçcisi, sucukcusu... Kiminin elinde bıçak, kiminin elinde sopa, kiminin elinde hiçbir şey olmadan hepsi de birden başlarlar kartalı kovalamaya...

Bakarlar ki kartal kaçmıyor... dev gibi kanatlarıyla üstlerine doğru geliyor...
Bu sefer de çil yavrusu gibi dağılırlar etrafa.

Kartal herkesin şaşkın bakışları arasında tezgâhtaki köftelerden birini kapar... Sonra da süzüle süzüle tekrar başlama noktasına konup görevini tamamlar.

                       

Çok iyi hatırlarım...
Maç günleri Dolmabahçe stadının karşısındaki durağa yanaşan  belediye otobüslerinin şoförleri;  
“Hastane durağına” geldik diye bağırırlardı yolcularına. Gerçekten de maç hastaları inince durakta, otobüs boşalıverirdi.

Bir dönem... o zamanki adıyla Mithat Paşa Stadı’nın zemini topraktı. Çim saha yoktu ki zâten Türkiye’de.

Kuru havalarda hadi neyse de..! Yağmur yağdığı zaman toprak zemin balçık hâline gelir, çoğu zaman da futbolcuların forma numaralarını bile okuyamazdınız çamurdan.

Maç başlarken gazeteciler hangi tarafın kalesine daha çok gol atılma ihtimâli varsa, o kalenin arkasında yer tutarlar, en ilginç pozları yakalamak için pür dikkat izlerlerdi maçı. 

Bazıları da taç çizgisinin dışında futbolcularla birlikte koştururlardı ilginç enstantaneler yakalamak için... O zamanlar izin vardı saha kenarında koşturup fotograf çekmeye.

Bir de karşı kaleye penaltı atılacağı zaman, diğer kalenin arkasındaki gazetecilerin gurup hâlinde penaltı  kalesine koşuşturmaları vardı ki... 
O kocaman fotograf makineleriyle yaptıkları hız görülmeye değerdi doğrusu...

                      

Şimdiki gibi,  rakip takımın seyircisine belli bir sayıda yer ayrılmazdı o dönemlerde. Her iki takımın seyircileri yanyana kolkola maç izlerler, kavga filân etmezler, birbirlerini kızdırmakla yetinirlerdi. Arada bir çıkan kavgaları da her iki taraftan da araya girenler yatıştırıverirdi...

Tezahüratlar da şimdikilere göre pek mâsûmâne idi. 
En fazla, hakeme bir “gözlük ve tarak” gönderilirdi.  Bir de “i” harfiyle başlayıp “e” harfiyle biten bir lâkap takılıverirdi.

Maç programları da şimdiki gibi değildi. Takımlar, bir haftada iki maç yapar, ertesi haftayı boş geçirirlerdi.

Deplasmanlara gitmek masraflı ve zahmetli olduğundan, diyelim ki, bir Istanbul takımı Ankara’ya gitti... C.tesi günü bir takımla oynar... Pazar günü de ikinci takımla oynar ve öyle dönerdi evine.

                      

O dönemin spikerleri de bambaşkaydı. 
Doyamazdınız anlattıkları maçları dinlemeye... Mükemmel bir Türkçe, çok iyi bir diksiyon, zarif espriler... Efendi kişilikler...
Bütün meziyetler onlardaydı.

Örnek mi istersiniz..?

Recaizade Mahmut Ekrem’in torunu, aynı zamanda Çiğdem Talu ve Onur Talu’nun babaları, İtalya’da bankacılık eğitimi almış olan hakemimiz Muvakkar Ekrem Talu...

Ağzından bal damlayan Eşref Şefik. 

Gerçi o maç spikerliğini erken bırakıp güreş müsabakalarını anlatmaya başlamıştı... 

Sulhi Garan... 
Hâlâ kulaklarımdadır;
“Takımlar kendi nısıf sahalarında ısınıyorlar” deyişi. 
Bir de fakat yerine “fekat” demesi. Eskiler öyle söylerlerdi çünkü. 
 
Bir başka usta, Hâlit Kıvanç. 
O da maçları çok esprili anlatır, araya bir de fıkra sıkıştırıverirdi.

                      

Ya spor yazarlarına ne demeli..?

Buyük usta Namık Sevik... Necmi Tanyolaç, İslâm Çupi, Doğan Koloğlu, Kahraman Bapcum... 
Ve şimdi aklıma gelmeyen diğerleri...

Öyle güzel yazarlardı ki.. !
Herkesin gördüğünü değil, herkesin göremediklerini yazarlar... Sanki birer filozof gibi spora farklı boyutlar  katarlardı.

Onların sâyesinde insanlar gazete okumaya arka sayfadan başlar hâle gelmişlerdi.

                       

Ya bugün..?

Bugün artık toprak saha yerine en son sistem, modern stadlarımız var... 

Büyük paralar alan futbolcularımız, antrönerlerimiz var... 

Antremanlara otobüsle, dolmuşla değil, Ferrari, Porsche, Mersedes gibi çok lüks arabalarıyla gelen futbolcularımız var.  Çok varlıklı kulüp başkanlarımız var... 

Daha neler yok ki..?  Herşey var. 
“Varoğlu” var.

Ama eskisi gibi, sportmenlik yok, sevgi yok, saygı yok, âdil olmak yok, zerâfet yok, asâlet yok, centilmenlik yok... 

Meraklılarına keyif verecek maçlar da yok.

Kısacası, “yokoğlu” yok.

                     

Eski dönemlerde derbi maçlarının tadına doyulmazdı. 
Bir hafta öncesinden gazetelerde maçla ilgili yazılar çıkmaya başlar, maç günü de spor sayfalarını, takımların karikatürleri süslerdi. 

Eğer bir,
Fenerbahçe - Galatasaray maçı varsa o gün;

Bir tarafa kanarya , diğer tarafa koca bir aslan figürü çizilir... 

Futbolcular en sevimli hâlleriyle karikatürize edilir...

Böylece okuyucular,  daha spor sayfasına bakar bakmaz, hoş bir rekabet duygusunun içinde bulurlardı kendilerini.

O zamanlar televizyon filân olmadığı için, derbi maçları çok kalabalık olur, maça giremeyen seyirciler maç bitinceye kadar stadın dışında beklerler, içeriden gelen tezahürat seslerine göre hop oturup hop kalkarlardı...

                      

O yıllar, spordan, futboldan, müsabakalardan zevk aldığımız yıllardı. 

Sonra herşey değişti.

Önce, gladyatörlerin birbirleriyle öldüresiye dövüştükleri “Arena”ların isimleri verildi stadlarımıza. Sanki takımlar birbirlerini öldürmek için çıkacaklarmış gibi sahaya.

Eskiden yenmeye gelinirdi stadlara, artık ölmeye gelinir oldu arenalara.

Seyirciler hep bir ağızdan, kendi takımlarının ismini söyleyip, “seninle ölmeye geldik” diye bağırmayı takımlarını sevmek zannettiler.

Hiçbir yönetici;

“Neden ölmeye gelelim ki..? Maç yapmaya gidiyoruz. Spor dostluktur, “yenmeye geldik” diye değiştirelim şu sloganı”  demedi. 

Farkına bile varamadılar bu ayrıntının.

Kulüpler arasındaki centilmenlikler yok oldu.

Başkanlar birbirlerine adeta rakip değil de, düşman gibi davrandılar.

Her futbolcu, her teknik direktör, her yönetici , kaybettikleri her maçta hakemleri suçladılar. Kazandıkları her maçta ise, rakip takım aleyhine yapılan yanlışlıklar karşısında sus pus oldular. 

Hakemler de bir tuhaf oldu. Güvenilir’liklerini kaybettiler.

Seyirciler derbi maçlarından sonra birbirlerine girdiler. 

Spora siyâsetin girmesiyle yetinmediler... Fetih sûresini bile okuttular, sanki sefere çıkılacakmış gibi.

Bazı yorumcular da, spor programlarında maçları yorumlarken bağırıp çağırmayı, argo kelimeler kullanmayı mârifet saydılar.

Sonra ne oldu..?  

Sonra, “Corona” denen görünmez bir sinsi canavar  geldi... Kimsenin sesi çıkmaz oldu.

                     

Dünyayı altüst eden bir virüs yüzünden bütün ülkelerde futbol maçları iptal edilince... Nedendir bilmiyorum, eski futbol anılarımı hatırladım. 

Okulumuzun takımı olduğu için, Istanbulspor’un kümede kalma mücadelesi verdiği yıllarda izci takımı olarak trampetlerle, borularla maça gidip yaptığımız tezahüratlar...

Liseden sevgili sıra arkadaşım Bülent Şeref’in, Fenerbahçe’de oynadığı sene, işimizi gücümüzü bırakarak onu seyretmeye koştuğumuz maçlar...

Ayağına her topu alışında gururla ve heyecanla izlediğimiz pozisyonlar...

Karda, tipide, buz gibi havalarda dona dona, üşüye üşüye, ama heyecanla izlediğimiz takımlar...

Hiç unutmam... Bir seferinde bir Brezilya takımı gelmişti Beşiktaş’la maç yapmaya.

Özel bir maçtı.  Buz gibi bir hava vardı. Babamla gitmiştik.
Ayaklarım donmuştu da ayakkabılarımın içine keçe koymuştuk. 

O senelerde, soğuk kış günlerinde, maçlarda, sinema önlerinde, kalabalık caddelerde ayakkabı keçeleri satılırdı. Ayakkabınızın içine koydunuz mu, sıcacık tutardı ayaklarınızı.

Maçın ikinci yarısında öyle bir kar yağmaya başlamıştıki, neredeyse top görünmez olmuştu.

Adamlar hayatlarında hiç kar görmemişler ki...  O dev gibi siyahi futbolcuların hâllerini görmeliydiniz... Şaşırıp kalmışlardı. Seyirciler de, katıla katıla gülmüşlerdi.

                      

Hayatım boyunca küfür denen aşağılayıcı sözlerden hep nefret ettim. Hiç kimse, benim
çocukluğum da dahil, bütün hayatım boyunca bir defa bile küfür ettiğime şahit olmamıştır.

2003 yılında gittiğim bir GS-BJK maçında,  o güne kadar duymadığım küfürlerle inleyince stadyum, bir daha da maçlara gitmedim. Bir zamanlar tek tük rastladığımız küfürbazlar, binlerce kişilik korolar haline gelmişlerdi çünkü.

Hemen arkasından bir yazarımız;
“Küfür bizim geleneğimizdir, küfür ruhun gıdasıdır” diye yazınca da, son noktayı koydum.

Namık Sevik bir yazısında şöyle anlatır;

Stadlarımızdaki küfürlerin henüz bireysel olarak ve nâdiren görüldüğü 1956 yılında,  
Fenerbahçe - Karagümrük maçında bir seyirci Fenerbahçeli Şeref Has’a küfür eder. 

O kadar ağırına gider ki Şeref Has’ın duyduğu o iğrenç söz... 
O anda oyunu bırakır, sahayı terkeder, soyunma odasına gider... Ve  uzun süre ağlar. 
Günlerce de tesirinden kurtulamaz bu olayın. Futbolu bırakmayı bile düşünür.

Birinin ruhuna gıda olacağı sanılan söz, diğerinin ruhundan çok şey alıp götürmüştür.                     

Şimdi artık Dolmabahçe’de bambaşka bir stadyum var. 

Bir yakınım dâvet edince, on beş yıl aradan sonra kendimi bir anda yeni adıyla Vodafone Park’taki,
Beşiktaş-Bayern München maçında buluverdim. 

Çok şey değişmişti.

Konfor olağanüstüydü.

Sekiz kişilik bir loca... Locanın içinde sizi karşılayıp, hizmet veren, biri bayan diğeri erkek, iki görevli.

Locaya özel açık büfe...  İçinde neler yok ki..? 

Izgara çeşitleri...
Enva-i çeşit yiyecek...
Çeşit çeşit içecek...
Tatlılar, meyveler.

Üstümüzde, üşümeyelim diye ısıtıcılar. Önümüzde ekranlar... Karşımızda nefis bir çim saha... Maç sırasında gelen çay kahve ikramı...

O zaman anladım ki,  geleneksel futbol seyircisi artık, “müşteri seyirci”ye dönüşmüş. 

Dönüşmekle de kalmamış,
hayatımızın her tarafında  olduğu gibi, stadlarımızda da paranın hükmettiği mekanik bir ortam oluşmuş. 

                      

Bir taraftan maçı izlerken... Diğer taraftan da;

Bazan dolmuşlarla, bazan otobüslerle bazan da yürüyerek geldiğimiz...
Soğukta, yağmurda, karda üşüyerek seyrettiğimiz...

Karnımızı bazan bir sandviç, bazan bir simit, bazan da seyyar köftecinin köfteleriyle doyurduğumuz...

Yensek de, yenilsek de maçlardan sonra dostca ayrıldığımız eski yılları
hatırladım.

Çok güzeldi o yıllar.

Samimiyet vardı... Sevgi vardı... Saygı vardı... 
 
Maçlar daha keyifliydi... 
Çünkü dostluklar şampiyonluklardan önemliydi.

Bugünlere bakıp da; 
“Olur mu canım hiç öyle..?” demeyin.

Öyleydi işte..!

Çünkü; o zamanlar herşeyin bir âdâbı vardı. 

Seyirci olmanın, sporcu olmanın âdâbı vardı.

Yönetici olmanın, yorumcu olmanın, âdâbı vardı.

Sâdece bunların değil;
Toplum içinde yaşamanın da bir âdâbı vardı.

Ve bizler,  o âdâbı bilenlerdendik. 

A.İlhan Molu