Beşiktaş'ın tüm futbol tahayyülünü ve örgütlenmesini yenilemesi gerekiyordu. Valérien Ismaël, ancak bu sürecin bir parçası hâlini alırsa başarılı olabilirdi. Ama olmadı. Yine olmadı. Ve eskinin tahakkümü, olanca haşmetiyle geri döndü.

Büyük Yunan şairi Konstantinos Kavafis’in Can Yayınları’ndan çıkan “Bu Kenttir Gidip Gideceğin Yer” adlı kitabını okudum dün gece. Bilmem kaçıncı kez. Kitaba da ismini veren o güzelim “Kent” şiirini öyle severim ki. Ezginin Günlüğü’nün “Oyun” albümünde aynı şiirden bestelediği “Şehir” adlı şarkısı vardır bir de, o da harikuladedir.

“Yeni ülkeler bulamayacaksın, başka denizler bulamayacaksın,” der Kavafis bu şiirinde. “Bu kent peşini bırakmayacak. Aynı sokaklarda dolaşacaksın. Aynı mahallede yaşlanacaksın. Aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Bu kenttir gidip gideceğin yer. Bir başkasını umma. Bir gemi yok, bir yol yok sana.”

Ama gelin görün ki, bu bir edebiyat yazısı değil. Ve bunu siz de biliyorsunuz, sevgili okuyucu. Birbirimizi kandırmayalım. Yukarıda önce başlığı gördünüz, ardından spotu okudunuz. Evet, meselemiz futbol. Ve buradan konuyu Beşiktaş’a bağlamak çok zor olmayacak. Madem Kavafis’ten pası aldık, şimdi biraz topu sürebiliriz.

YENİ BİR ÜLKE, BAŞKA DENİZLER Mİ, YOKSA AYNI SOKAKLAR MI?

Şöyle ki; Beşiktaş’ın 2010’lu yıllardan bugüne olan dönemi, iki farklı anlayışın, iki zıt kesimin birbirine üstünlük kurma mücadelesi olarak görülebilir: Yenilikçiler ile gelenekçiler. Ya da Kavafis’ten mülhem, yeni ülkeler ve başka denizler bulmak isteyenler ile aynı sokaklarda dolaşıp aynı mahallede yaşlananların mücadelesi.

Bu dönemde iki defa sınırlarını aşmaya yeltendi Beşiktaş. Birincisi; 2012’de “Feda” olarak adlandırılan dönemdi. Büyük devrimlerden söz edildi. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı söylendi. Ama çok kısa sürede aynı sokağa geri dönüldü.

İkincisi ise on yıl sonraydı. Bu döneme afili bir isim verilmedi belki, ama yine yeni ülkelerden, başka denizlerden bahsedildi. Ve yine, henüz tam anlamıyla yola bile çıkılamadan, birkaç ürkek adımın ardından, dün itibarıyla bir kez daha aynı sokağa geri dönüldü. 

Valérien Ismaël gitti, Şenol Güneş geri geldi; yenilikçiler bir kez daha kaybederken, gelenekçiler yine kazandı. Ya da başka bir deyişle, yenilikçiler bir kez daha sıralarını gelenekçilere bıraktı ve yeniden kendi sıralarının geleceği zamanı beklemeye başladı.

Peki bu iki farklı anlayış, iki zıt kesim meseleye nasıl bakıyor? Ne istiyor, ne umuyor ve sonunda ne buluyor? Önce yenilikçilerden başlayalım.

YENİLİKÇİLER NE İSTEDİ?

Yine şairimizle devam edelim. Kimileri yasalara uysa da, yerleşik ve dar kalıpların ötesine geçmek isteyenlerin yasayı ve alışılmışı çiğnemesi gerektiğini söyler, bir başka şiirinde Kavafis.

Beşiktaş’ın da kalıpların ötesine geçmek isteyen bir futbol direktörü var: Ceyhun Kazancı. O da tam olarak bunu yaptı; Türkiye’deki futbolun bazı yasalarını ve alışılmışlarını çiğnedi. Beşiktaş’ın başına geçmesi için yeni bir teknik direktör ararken “ligi tanımak”, “camiayı bilmek” gibi buraya özgü ölçütlerin hiçbirini dikkate almadı. Ve bir yabancı teknik direktörle anlaştı. Hem de arkasında başarılarla dolu bir geçmiş bulunmayan bir yabancı teknik direktör. Bu, onun ilk “günahıydı”.

Şurası bir gerçek ki, Türkiye’de bir yabancı teknik direktörü göreve getiriyorsanız, öncelikle tanınırlığı olmak zorunda. Çünkü burada herkes ilk olarak ambalaja bakıyor. Ki büyük bir tanınırlığa sahip olanların bile burada çok zorlandığını gördük: Vicente del Bosque, Luis Aragones, Frank Rijkaard, Bernd Schuster, Cesare Prandelli gibi. Yine de ne olursa olsun, başarılı bir geçmiş, size en azından belirli bir süre kredi tanınmasını sağlıyor. Ama arkanızda şaşaalı bir geçmiş yoksa, işte o zaman hemen sorgulanmaya başlıyorsunuz. Ismaël de Beşiktaş’ın başına geçtiği ilk günden itibaren bundan kaçamadı.

Halbuki, Kazancı’nın Ismaël’i tercih etmesinin nedenleri gayet makuldü. Başka bir deyişle, Ismaël’in göreve getirilmesinin bilhassa geçen sezon yaşanılan olumsuzlukların sonunda çıkarılan derslerin bir neticesi olduğu da söylenebilirdi. 

Şöyle ki; Beşiktaş’ın geçen sezonu, tamamen gelenekçilerin yöntemleriyle geçmiş ve tam anlamıyla hüsrana uğranmıştı. Bir önceki sezon Sergen Yalçın yönetiminde hiç beklenilmeyen büyük bir başarı elde edilmiş ve iki kupa birden kazanılmıştı. Ertesi sezon ise Şampiyonlar Ligi gelirleri, tıpkı daha önceki sezonlarda olduğu gibi, son durumları ve birlikte nasıl oynayacakları üzerine yeterince düşünülmeden, sadece sahip oldukları şöhrete bakılıp yapılan oyuncu transferlerine yatırılmıştı: Miralem Pjanic, Alex Teixeira ve Michy Batshuayi gibi. Sonuç olarak da Şampiyonlar Ligi grubunda tek bir puan dahi alınamamış, üstelik sezonun ilk devresi boyunca yaşanılan sakatlıklardan dolayı bazen sahaya bir takım çıkarmakta bile zorlanılan durumlara düşülmüş ve ligdeki şampiyonluk yarışında da çok erken havlu atılmıştı.

Bu hüsran neticesinde Sergen Yalçın’ın görevden ayrılmasının ardından kısa bir süre takımın başına özkaynak sorumlusu Önder Karaveli geçmiş, ama o da baskılardan bunalıp görevden affını isteyince yeni bir teknik direktör arayışı başlamıştı. Ve bu artık yenilikçilerin sırasıydı. 

Gelenekçiler, son yedi yılda müzeye üç Süper Lig şampiyonluğu ve bir Türkiye Kupası eklemişti. Ama her şampiyonluğun ardından yeni bir takım kurmak gerekmişti. Çünkü hem Şenol Güneş hem de Sergen Yalçın, arkalarında kupalardan başka bir şey bırakmamıştı. Kuşkusuz bu da çok mühimdi, çünkü büyük takımların başarıya ihtiyacı vardır. Ama bu, sürdürülebilir bir başarı değildi. Ve Beşiktaş’ın mâli durumu, artık böyle başarıları kaldırmıyordu. 

Bu yüzden Beşiktaş’ın kendisine bir şeyler inşa edebilecek, eski futbol direktörü Önder Özen’in deyimiyle bugüne dek bir şey kazanamasa da kazanma potansiyeline sahip olan ve ayrıldığında hiçbir şey kazanamamış dahi olsa arkasında kazanmaya hazır bir futbol takımı bırakacak bir teknik direktöre ihtiyacı vardı. Tıpkı 2013-2015 arasında Slaven Bilic’in yaptığı gibi. 

Kazancı’nın bir diğer ölçütü ise geçen sezon Şampiyonlar Ligi’nde net olarak görülen bir eksiklik üzerineydi. Beşiktaş, Avrupalı rakiplerine karşı fiziksel kalite ve tempo seviyesi olarak çok aşağıda kalmış ve hiçbir şekilde rekabet edememişti. Bu, aynı zamanda Türkiye futbolunun da genel bir sorunu. Bilhassa son on yılda futbolun giderek fiziksel değerler üzerinden oynanmaya başlanmasına karşın, üretimin neredeyse tamamen boşlanıp sürekli ithalata yüklenilen ve yüksek yaş ortalamalı takımların kurulduğu Türkiye futbolu ise buna hâliyle ayak uyduramadı ve yıllar boyunca kafasını her dışarı çıkardığında dayak yiyerek sonunda rekabet dışında kaldı.

Bu duruma karşı Beşiktaş’ın yenilikçi kanadının getirdiği teşhis ise doğruydu: Daha düşük yaş ortalamalı, fiziksel kalitesi üst düzey bir takım kurulması gerekiyor ve buna uygun bir şekilde Beşiktaş’ı bir yüksek yoğunluk takımı hâline getirebilecek bir teknik direktörle anlaşılması gerekiyordu. Valérien Ismaël de bu tarife tıpatıp uyuyordu.

Fakat buna da itirazlar geldi. Beşiktaş’ın büyük bir takım olduğu, kendi liginde şampiyonluğa oynadığı, dolayısıyla futbolunun öncelikle fiziksel kalite üzerinden tarif edilemeyeceği, başka bir deyişle büyük takımların tek bir oyun tarzının olabileceği söylendi: Topa sahip olma oyunu. 

Bu bence iki yönüyle hatalı bir görüştü. Birincisi; futbolun tek bir doğrusu yoktur. Avrupa’da büyük hedeflere sahip tüm takımlar da aynı şekilde oynamıyorlar. Evet, bir yerde Pep Guardiola’nın topa sahip olma oyunu var. Ama karşısında ona yıllarca antitez geliştiren ve sonunda Guardiola’nın futbolunu da dönüştüren Jürgen Klopp’un pres futbolu da var. Antonio Conte de var. Diego Simeone de var. Carlo Ancelotti de var. Ve pekâlâ bunların yöntemleri de kazandırıyor.

İkincisi; fiziksel kaliteden yoksun bir teknik kalite, belki Türkiye’de sizi hedefe götürebilir. Ama Avrupa’da rekabet ettirmesi mümkün değil. Bunun örneklerinin yıllardır görülmesine rağmen temponun hiçbir şekilde yükselemediği hımbıl pas oyunlarında ısrar ise yerel kalmakta ısrar anlamına gelir.

Dolayısıyla Beşiktaş’ın her anlamda farklı bir başarı modelini tercih etmesi son derece anlaşılırdı. Valérien Ismaël de böyle bir modelin teknik idaresi için uygun bir seçimdi. Ama birçok açıdan dezavantajlı bir tercihti aynı zamanda. Bu yüzden Beşiktaş’ın hem kendi hedeflerini hem de Ismaël’in tercih edilme nedenlerini taraftarlarına ve kamuoyuna çok iyi izah etmesi ve doğru mesajlarla kitleleri ikna etmesi gerekiyordu. Fakat bu çok zor bir görevdi. 

NE OLDU?

Beşiktaş’ın bu süreçte kendilerini takip edenlere vermesi gereken mesaj bana göre şuydu: Kulübün bugüne kadar denenilenlerden farklı bir başarı modelini tercih ettiği, çünkü geçmiş modellerin kendilerine ne sportif ne de ekonomik açıdan sürekliliği olan bir başarı getirdiği, tercih edilen bu yeni modelin ise bir süreç gerektireceği ve bu süreçte kulübün bakacağı ilk şeyin sonuçlar olmayacağıydı. Bu elbette bilhassa Türkiye’de verilmesi çok zor olan bir mesaj, doğru. Taraftarların buna ikna olmaları çok zor, bu da doğru. Ama Beşiktaş’ın şartları, bu mesajın verilmesini gerektiriyordu. Fakat ne yönetim ne de Kazancı bunu yapabildi.

Bunun yerine medyanın ve taraftarların önüne hedef olarak yine şampiyonluk kondu. Ve her ne kadar takımın maaş bütçesi ciddi ölçüde düşürülse de, kâğıt üzerinde yine iddialı bir kadro kuruldu. Ceyhun Kazancı, en başta kimsenin tanımadığı, genç ve gelişime açık oyuncuların alınacağını söylemişti, ama bu vaadi takımda hemen süre bulması zor olan birkaç yerli oyuncuyla sınırlı kaldı; Premier Lig’den son anda kiralanan Dele Alli ve Nathan Redmond gibi “fırsat transferleri” ise bu vaade uymadığı gibi, Ismaël’in sahada kendi değerlerini uygulayabilmesine farklı açılardan zararlar verdiler. Bu, yaşanılan sorunlardan biriydi.

İkinci ve aslında en önemli sorun ise Ismaël’in teknik direktörlüğünün medya ve taraftarlar nezdinde tartışılmasının kulüp tarafından önüne geçilememesiydi. Öyle ki, Ismaël’in üçlü savunma tercihi, henüz sezon başlamadan çok büyük bir soruna dönüştü. Ve hoca, o ya da bu şekilde, uzmanlık alanı olarak tarif ettiği üçlü savunma tercihinden Sampdoria’ya karşı oynanan sezon açılış maçında bir anda vazgeçti. Bu hem bir esneklik göstergesi hem de baskılara karşı Ismaël’in ilk tavizi olarak görülebilirdi. Ama kendisine yönelik tartışmaları bu da bitirmedi. Sampdoria maçından önce kulüp yönetimi, Ismaël’in arkasında olduklarına yönelik bir açıklama yayımlamak zorunda kaldı. 

Bu arada Rıdvan Yılmaz, Emirhan İlkhan ve Serdar Saatçı gibi gelecek adına kendilerinden çok şey beklenen özkaynak oyuncuları kulüpte kalmaya ikna edilemedi ve beklenenden çok daha erken bir şekilde Avrupa’ya gittiler. Bu da kulübün yeniden yapılanmasını sorgulanmaya açan şeylerden biri oldu. 

Ardından lig başladı. İlk hafta Kayserispor’a karşı Rachid Ghezzal’in son dakika golüyle alınan galibiyet, kimseyi memnun etmedi. Üzerine Alanyaspor deplasmanında 3-1 öndeyken Ismaël’in ikinci yarıda takımı gereğinden fazla geriye çekmesi neticesinde maçın 3-3 bitmesi, eleştirileri daha da artırdı.

Yine de üçüncü ve dördüncü haftadaki Fatih Karagümrük ve Sivasspor maçlarının özellikle ilk yarılarında atılan üçer gol ve Ismaël’in vadettiği yüksek tempolu pres futbolunun tam olarak uygulanabilmesi, havayı biraz dağıttı. Bu iki maçın da ilk yarıları bittiğinde Beşiktaşlı oyuncular soyunma odasına “Şampiyon Beşiktaş” tezahüratlarıyla gitti. Buna karşın maçların son bölümlerinde yaşanan fiziksel düşüş ve buna bağlı olarak takımın yine geri çekilmesi üzerinden eleştiriler devam etti.

Ardından Ankaragücü deplasmanında hayli zor bir zeminde ve atmosferde alınan 3-2’lik galibiyet, altıncı haftada iç sahada oynanan Başakşehir maçına büyük bir havayla çıkılmasını sağladı. Beşiktaş yine önceki haftalardaki gibi tempolu ve baskılı bir futbol oynasa da o maçta hak etmediği bir mağlubiyet aldı. Ama esas sorun bir sonraki hafta İstanbulspor deplasmanında başladı.

Beşiktaş o haftaya kadar alıştırdığı tempo, pres ve yoğunluk seviyelerinin çok altında kaldığı o maçta son dakikalarda yediği bir frikik golüyle iki puan kaybedince eleştiriler yeniden alevlendi. Üzerine iç sahadaki Fenerbahçe ve Trabzonspor maçları da beklentilerin altında kalan oyunlarla kazanılamayınca, Ismaël medyanın ve taraftarların doğrudan hedefi hâlini aldı.

Bu süreçteki en büyük sorun ise Ismaël’in vadettiği hiçbir şeyin artık sahada görülememesiydi. İlk beş haftada maçlara çok yüksek bir tempoyla başlayan, rakip kalecilere kadar pres yapan ve 60-70 dakika boyunca bu yoğunluğunu koruyan Beşiktaş’ın en büyük sorunu maçların son bölümünde yaşanılan fiziksel düşüşün ardından oyunun kontrolünü rakibe kaptırmaktı. Sonraki altı haftada ise maç sonlarındaki bu sorun sürmekle birlikte, Beşiktaş’ın yüksek yoğunluklu maç başlangıçları da ortadan kalktı. Hâliyle ilk beş maçta alınan dört galibiyetin ardından sonraki altı maçta sadece bir galibiyet geldi ve bu kötü süreç Ismaël’in sonunu getirdi.

Oyun anlamındaki bu geriye gidişin, başka bir deyişle Ismaël’in kendi doğrularından vazgeçmesinin ise birkaç nedeni olabilir: Birincisi; takıma sonradan dâhil olan Dele Alli ve Josef de Souza, Beşiktaş’ın temposunu ve pres yoğunluğunu bariz olarak aşağıya çekerken, bu süreçte Gedson Fernandes’in dışarıda bırakılması. İkincisi; üzerindeki baskılar nedeniyle maç kaybetmekten çekinen Ismaël’in daha kontrollü bir oyuna yönelmesi. Üçüncüsü ise özellikle Hatay’daki son maçın ardından iyice ayyuka çıktığı gibi oyuncularını artık kendi doğrularına ikna edememeye başlaması ve takımla arasındaki bağın kopması.

Her halükârda şurası kesin görünüyor; Beşiktaş yönetimi ve Ceyhun Kazancı, teknik direktörünün medya ve taraftarların önünde haddinden fazla tartışmaya açılmasını engelleyemedi. Valérien Ismaël ise gördüğü olağanüstü baskı karşısında dirayetini ve kararlılığını koruyamadı. Her ne kadar taraftarların gösterdiği tepkilerden Türkçe bilmediğini söyleyerek kaçmaya çalışsa da, aslında hem içeriyi hem de dışarıyı çok fazla dinledi ve sonunda kendi bildiğini de unuttu.

Twitter hesabındaki kapak fotoğrafında Nelson Mandela’nın, “Ben asla kaybetmem. Ya kazanırım ya da öğrenirim” sözünü paylaşan Ismaël’in kısa süreli Beşiktaş kariyerinden öğrenmesi gereken başlıca şey ise herhâlde şu olmalı: Başkalarının dayattığı şeylerin, kendi doğrularının önüne geçmesine asla izin vermemek.

GELENEKÇİLER NE İSTİYOR VE BUNDAN SONRA NE OLABİLİR?

Ismaël’in bu kısa süreli serüveni ise Beşiktaş’ta yenilikçilerin bir kez daha kaybettiği ve sıralarını yeniden gelenekçilere devrettiği anlamına geliyor. Öyle ki, Ismaël ile yollar ayrıldıktan sonra Beşiktaş için yeniden dünyada yalnızca iki teknik direktör kaldı: Sergen Yalçın ve Şenol Güneş.

Üçüncü bir aday olarak ise Mircea Lucescu düşünülebilirdi. Rumen teknik direktör, kasım ayı sonunda Dinamo Kiev’in başından ayrılacaktı. Eğer Beşiktaş onu bekleyebilseydi, siyah-beyazlılarda birkaç yıl çalışıp, hem kulübün ihtiyaç duyduğu yapıyı kurabilirdi hem de bu arada sonuç da almayı başarabilirdi. Ama o bir ayda şampiyonluk yarışından tamamen kopma korkusu, belli ki başkan Ahmet Nur Çebi’yi statükoya teslim olmaya zorladı.

Elde kalan iki adaydan Sergen Yalçın’ın hem Beşiktaş’tan ayrılalı daha bir yıl bile olmadığı için hem de mevcut yönetimle arası çok iyi görünmediğinden dolayı şu an için takımın başına geri dönmesi kolay değildi. Ama yakın gelecekte yine gelenekçilerin güçlü olduğu bir zaman aralığında akla gelecek ilk isim olacağı kesin. 

Bu şartlarda ise neredeyse tek aday Şenol Güneş olarak görünüyordu, nitekim başkan Çebi de görüşmeleri fazla uzatmadı ve böylece Beşiktaş’taki ikinci Güneş dönemi resmen başladı.

Peki bundan sonra ne olabilir? Elbette ilk beklenen şey, Güneş’in sonuçları çabucak toparlaması ve Beşiktaş’ı şu anda en büyük şampiyonluk adayı olarak görünen Jorge Jesus’un istim üstündeki Fenerbahçe’sinin karşısına Dünya Kupası’nın ardından güçlü bir rakip olarak çıkarması.

Güneş’ten beklenen ikinci şey de Ismaël’in özellikle toplu oyundaki zayıflıklarına yönelik eleştirilerin ardından, 2015-16’daki o gösterişli pas oyununu andıran bir futbol anlayışını bu takıma uyarlaması olabilir. Ama bunun gerçekçi bir beklenti olduğundan emin değilim. 

Birincisi; Güneş’in ilk Beşiktaş’ının temelleri 2013-15 arasında Bilic tarafından atılmıştı, şu an ise elde iyi bir kadro olsa da, henüz net bir kimlik sahibi olamamış bir takım var ve artık bu kimliği bizzat Güneş’in koyması beklenecek. İkincisi; Ismaël’in talepleri doğrultusunda teknik becerisi yüksek oyuncular yerine daha ziyade fiziksel kapasitesi yüksek oyunculardan oluşturulan bu mevcut takımdan üst düzey bir pas oyunu çıkarmak da kolay değil. Fakat elbette Süper Lig’in hilelerini iyi bilen Güneş, kısa vadede eldeki oyunculardan etkili bir hücum takımı ortaya çıkarabilir. 

Tecrübeli teknik direktör, büyük ihtimalle favori formasyonu 4-2-3-1’den yine vazgeçmeyecektir. Wout Weghorst’un santrfordaki ve sakatlığını atlattığında Ghezzal’in sağ kanattaki yerleri herhâlde garanti olacaktır. Ghezzal’in arkasındaki Valentin Rosier ile eski uyumunu yeniden sağlamak ise Güneş’in muhtemelen başarmak isteyeceği ilk şeylerden biri olacaktır. Ters kanatta santrfor özellikli birini kullanmayı sevdiği için, Cenk Tosun ya da Jackson Muleka’dan birini görmemiz kuvvetle muhtemel. Eğer bu gerçekleşirse Kevin Nkoudou’nun yerine sol kanatta içe kat eden birini göreceğimiz için de Ismaël döneminde daha ziyade sahte bek rolünde kullanılan Masuaku’nun da çizgiyi boydan boya kullanan geleneksel rolüne dönmesi yüksek olasılık gibi duruyor. 

Güneş, santrforun arkasındaki oyuncunun ikinci forvet özelliklerine sahip olmasını da sever. Bu yüzden tıpkı Ismaël gibi o da bir süre Dele Alli’nin formunu artırmaya çalışacaktır. Çift pivotta ise Josef ve Gedson ilk adayları olacaktır diye düşünüyorum, ama sahada en az üç yerli oyuncu bulundurmak zorunlu olduğu için Salih Uçan’ı da zaman zaman rotasyonda kullanabilir. Geri dörtlünün merkezinde Tayyip Talha Sanuç ile Romain Saïss’i bozmayacaktır, ama Saïss’in olası bir sakatlığında Ismaël’in sol stoperde sol ayaklı stoper oynatma takıntısını paylaşmayacağını ve Welinton’u ya da Necip Uysal’ı Emrecan Uzunhan ve Francisco Montero’nun önünde göreceğini sanıyorum. Kalede ise Mert Günok, Ersin Destanoğlu’dan eldivenleri alırsa bu beni şaşırtmayacaktır.

Kısacası Güneş’in kısa süre içinde mevcut takıma en uygun olan oyunu bulması, takımı yeniden motive etmesi ve Beşiktaş’ı bu sezon son haftaya kadar şampiyonluk için yarışan bir konumda tutması gayet makul beklentiler gibi duruyor. Daha sonrası, yani uzun vadeli planlar için ise Güneş’in bundan önceki kariyerini de göz önünde bulundurursak iyimser beklentiler içinde bulunmak çok kolay değil. Ama J.M. Keynes’in Türkiye’deki futbol ortamına harika uyan o meşhur sözünde de dediği gibi, uzun vadede hepimiz ölmüş olacağız. 

Öte yandan Beşiktaş’ta yenilikçiler ile gelenekçilerin mücadelesi elbette yalnızca saha içinden ibaret değil. Öyle ki, Güneş’in Beşiktaş’taki ilk dönemi sona erdiğinde futbolcu bordroları 100 milyon euro’lara kadar ulaşmıştı. Şu anda bunun 40 milyon euro’ya düşürüldüğünü biliyoruz. Bu bütçenin önümüzdeki yıllarda daha da düşürülmesi gerekirken, eskinin geri dönen tahakkümü, beraberinde rant kavgalarını da geri getirir ve kulübün mâli disiplinini yeniden kaybetmesine neden olursa bu Beşiktaş için tam bir felâket olur.

Onur Özgen / Gazeteduvar